20 Nisan 2015 Pazartesi

Baharın Gelişi Sevgilinin Tebessüm Edişi

Baharın gelişi sevgilinin tebessüm edişi gibidir. İnsanın bahara alerjiside olsa, polenlerle kavgalı da olsa baharın hatrına katlanır insan bu polenlere...
Sevgiliden gelen cefa da benzerdir baharın polenleriyle. Nasıl ki insan bu polenlere bahar için katlanıyorsa sevgiliden gelen cefaya da öylece katlanır.

2 Mart 2015 Pazartesi

Yolda Olmak

İnsan yola çıkmalı.Dosdoğru istikamet üzere bir yola...
Yola revan olmalı adeta, güzeli aramalı.
Bilmeli güzele giden yolların çilesini, haberdar olmalı.
Derdinin derman olduğunu bilircesine...
İnsan bir kandil aydınlığında yürümeli bu yolda,
Göstermeli o kandil dosdoğru istikameti.
Çilelere ve zorluklara rağmen ümit var olmalı.
Gözünü budaktan ayırmadan yürümeli bu yolda.
Kaptana özenmeli de, kaptanlığa özenmeden gitmeli...
Teslim olmalı kaptana ama soru sormamalı...
Yolun sonundaki sevgiliye bırakmalı kendini,
kendini bulur gibi...
Çünkü, "Nefsini bilen Rabbini bilir..."

25 Şubat 2015 Çarşamba

Göz, Gönül, Dil Üçlüsü

Dilin tanımını hemen hemen bilmeyenimiz yoktur bugün. Şimdi uzun uzun dilin tanımını yapmak yerine dil, insanlar arasındaki iletişimi sağlayan araçtır demekle kifayet edelim.Bir de dilin duyguları vardır.Dilden bazen sert sözler bazen de tatlı sözler sadır olur, bu dilin üslûbuna göre değişir. Bu üslubu da aslında gönül belirler.Gönülde güzel duygular mevcutsa dil güzel söyler, kötü duygular mevcutsa kötü şeyler çıkması gayet tabîdir. Yani dil ile gönül arasında sıkı bir bağ vardır. Burada dilin durumunu gönül belirler.Tabi ki de iyiyi kötüyü ayırt edebilmek için akıl olmazsa olmazdır.Fakat en nihayetinde akılla söylemeye çalıştıklarımızı gönül süzgecinden geçirir insan.Yani son sözü hep kalp söyler. Zaten kalbiyle düşünmeyenlere, aklından geçeni direkt söyleyenlere diyecek bir sözümüz yok.Onun için Allah insana iki kulak bir ağız vermiştir.İki düşün bir söyle diye.
Kalpte ne varsa dil onu söyler.Kalp "Hak" derse dil de "Hak" der dil "Hak" derse hayat tatlanır, ruhlanır. Hakkaniyetli bir yaşam sürülür.
Gelelim gözlere...Gözlerin buradaki rolü en az dil ve kalp kadar önemlidir.Çünkü gözler kalbin penceresi denmiştir.Gözün gördüğü her şey kalbe yansır. Kalpte buna göre şekillenir. İnsan güzel şeylere bakarsa kalbe yansıması da güzel olur. Onun için insan bakarken kalbini düşünerek bakmalıdır ya da bakmamalıdır. İnsan yolda yürürken sağa sola bakarak değilde önüne bakarak yürümelidir.Çünkü sağa sola rastgele nazar eden kişinin kalbine gelişi güzel şeyler düşer.Bunlar genelde kalbe zarar verir.Kalbe zararlı diğer unsurlarda eklenince insanın kalbi hasta olur. Hasta kalpten de dile nasıl sağlıklı şeyler dökülsün ki ? Tabi ki kırıcı, yanlış, kötü şeyler söyler.
İnsanın çok bilgili olması da güzel söyleyeceği manasına gelmez.Çünkü kişinin kalbinde kötü şeyler varsa o bildiği şeyleri de kötüye kullanmaya meyyaldir. Hemen bir ata sözü geldi aklıma "ilim cehaleti alır eşeklik baki kalır." Gerçekten de öyle...
"Dilin güzel söylemesi aklın bilgiyle dolu olmasıyla değil kalbin hassasiyetiyledir"
Dilin güzel söylemesi aklın bilgiyle dolu olmasıyla değil kalbin hassasiyetiyledir, güzelliğiyledir. Yukarıda da söylediğimiz gibi kalpte ne varsa dil onu söyler. Güzel konuşmakta bununla alakalıdır.İnsanın kalbi ne kadar ince ise, kötü şeylerden korunmuş ise kişi o kadar güzel konuşur.Aslında insanlığın sırrı da gönülde gizli.İnsan ne kadar gönül sahibiyse o kadar insandır, ademdir. Yani gönül merkezdir.O iyi olursa insan sadece iyi söylemez, diğer fiilleri de güzel olur.Bunu şu hadis-i şerifle destekleyelim;" Vücutta bir et parçası vardır ki o iyi olursa tüm vücut iyi olur o kötü olursa tüm vücut kötü olur, dikkat edin o kalptir."buyrulmuştur.
"Padişahından çobanına şair bir milletiz"
Padişahından çobanına şair bir milletiz.Ecdadımız hep güzel düşünmüş ve hep güzel şeyler söylemişler. Has bahçenin nadide gülleri diyebileceğimiz ecdat sözü çok iyi kullanmış.Bir Divan Edebiyatı, Halk Edebiyatı, ya da Tekke Edebiyatı bunun en güzel nişanesidir.Bir sorunla karşılaştıklarında kırıcı olmamak için direkt söylememişler.Önce lisan-ı halle anlatmaya çalışmışlar, olmadı münasip bir dille nasihat etmişler, olmadı hikayeyle o da olmadı şiirle anlatmaya çalışmışlar.Onlarca kitabın anlatamadığını bu şekilde dile getirmişler. Ve böylece güzel bir medeniyet oluşmuş.İşte bizde o medeniyetin mirasçılarıyız.Bakışlarımıza sahip olmalıyız ki kalbimiz karışmasın ve dilimiz güzel söylesin.Yani göz gönül dil üçlüsüne sahip olmalıyız ki ecdadın bıraktığı mirasına bir katre de olsa layık olmaya çalışalım.Güzel söylemekle alakalı bir kıssa;
Zamanın birinde bir padişah rüya görür.Rüyasını tabir etmesi için bir tabirci çağırtır. Padişah tabirciye rüyasını anlattıktan sonra tabirci der ki;
-Padişahım o kadar uzun yaşayacaksınız ki bütün evlatlarınızın ölümünü göreceksiniz.
Padişah sinirlenir;
-Atın bunu zindana.
diyerek adamı zindana attırırlar.
Başka bir tabirci çağırırlar.o da şu şekilde tabir eder;
-Padişahım ömrünüz o kadar bereketli olacak ki bütün evlatlarınızın mutluluklarını göreceksiniz.
der.
İşte üslubun ve güzel söylemenin farkı.Yunus Emre (k.s) ne güzel demiş;
Söz ola kese savaşı,
Söz ola kestire başı,
Söz ola ağulu aşı,
Yağ ile bal ede bir söz...  

18 Şubat 2015 Çarşamba

Kalbin Farkına Varmak

Kişi yaşadığı şu hayata kendini ister istemez kaptırıyor. Şartlar neyse hemen adapte oluyor ya da olmaya çalışıyor.İnsanın dünyalık tutkuları, nefsi arzuları kendisi için asıl olması gerekenlerin önüne geçebiliyor."Helal dairesi keyfe kafidir." diyeceksiniz. Evet kafidir fakat buna kalbiniz, vicdanınız ne diyor? Bir takım fiilerin fetvasına uyarak işin takva boyutunu unutmuş bulunmaktayız.İşin Muhabbetullah kısmı unutulmaya yüz tutuyor. " Farzını kılıp çıkayım" sözü buna en anlaşılır örnek diyebiliriz. Tamam Allah Teala bizi farzlarla mükellef kılmış fakat nerde kaldı Resülullah (s.a.v) sevgisi, ümmetim diyen bir peygamberin sünnetini ihmal eden bizler...Sünnetleri ihmal etmiş birisi mahşer aleminde Peygamberimiz (s.a.v)'in yüzüne nasıl bakacak ki... Bu en anlaşılır örneği...Buna benzer ne ihmalkârlıklar var hayatta.
Resul (s.a.v) sevgisinden bahsedenin aşkı sabah namazlarına kalkıp kalkmamasıyla belli olur. Eğer orayı özledim diye vaaz eden birisi bile bile, keyfi için sabah namazına kalkmıyorsa kimse kimseye masal anlatmasın.
Kişi yaşadığı anın, kalbinin, ruhunun farkında olması gerekiyor.Yaradılış gayesi neyse o gayeye uygun fiiler sergilemesi lazım. Yani "İbnü'l vakt" olmak...Yani vakit neyi gerektiriyorsa onu yapması gerekiyor.Şartları kendisine uydurması lazım.
Kalbimizin farkında olmamız gerekiyor dedik.Çalışan maddi bir kalbimiz var. Bu kalbin çalışmasını düzenini ve işlevini tefekkür ettiğimiz zaman O yüce müessirin şaheserini görmek gayet tabidir akıl sahipleri için.Fakat bunun yanında bir de insanda manevi kalp var ki bu kalbinde farkında olmak gerekiyor.Nasıl olacağız ki? Tabi ki de severek.Aslında her şey sevince güzel.Sevmek insanın kalbinin olduğunun farkına varmasıdır. İşte aşk ve muhabbetin gerçekleşebilmesi için kişinin sevmesi gerekiyor.Kişi zahiren bir çok bilgi ve malumat sahibi olabilir. Ama kalbinde o sevme yeteneği yoksa hayat onun için kuru bir ağaç gibidir.En başta ibadetler severek ve kalbi bir muhabbetle yapılması gerekiyor.Aksi takdirde yukarıdaki söylediğimiz durum zuhur eder.Kişiler arasındaki iletişimde böyledir.Kişi insanları sevmesi onlara karşı hoşgörülü olması lazım.Yunus Emre (k.s) hazretlerinin
dediği gibi " Yaratılanı hoş gör yaratandan ötürü."
Kişinin sıfatı değişkendir. Fakat zatı âlîdir. İnsan kötüyken bir bakmışsınız iyi oluverir.Ama hep zatı âlîdir. Çünkü insan dünyaya Allah Teala'nın halifesi olarak gönderilmiştir. Zatının âlî olması buradan mütevellittir. Bundan dolayı kişiler birbirleriyle olan iletişimlerinde karşıdaki kişinin Allah Teala'nın halifesi olduğunu bilerek iletişim kurmalıdır.Böyle davranılırsa severiz, severek aslımıza döneriz.
Sevmek insanı insan yapar. Çünkü sevmek insanlık vasıflarının olmazsa olmazlarındandır.Sevmeyerek yapılan işten pek hayır gelmez.Gönülsüz pazar mide bozar hesabı...Belki mükellefiyetlerimizden kurtulabiliriz ama hayatın kuru kuru geçmemesi için sevginin kalbe yerleşmesi lazım.Yani o sevme yeteneğinin olması gerekiyor.Olması lazım ki Allah Teala o kalbe güzel hasletler nakşetsin.
Peki seveceğiz de ölçü nedir? Bir kere insanda sevme yeteneğinin olması çok büyük önem arz ediyor. Masivayı sevenin kalbi bir bakmışsınız Allah sevgisiyle dolmuştur.Çünkü kalpleri çeviren Allah kötü kalpli kişinin kalbini iyilikle, güzel hasletlerle doldurmaya kâdirdir.
Sevmenin ölçüsüne gelecek olursak, aşk tektir ve her şey o aşk içindir.Yani kişinin sevdiği kim olursa olsun Allah rızası için sevmeli, kızmasıda Allah rızası için olmalıdır.
Bu konuda en müşahhas örnek şudur:
Bir gün peygamber Efendimiz (s.a.v) Hz.Ali (k.v) ye der ki; Allah'ı mı çok seviyorsun, beni mi çok seviyorsun? Fatıma'yı mı çok seviyorsun? yoksa Hasan ve Hüseyin'i mi çok seviyorsun? diye sorar.
Hz. Ali Cevap veremez ve biraz da şaşırır.Efendimiz'den (s.a.v) izin ister ve eve gider.Onun bu halini gören Hz. Fatıma(r.anha) validemiz sorar:
-Nedir bu halin ya Ali der.
Hz.Ali (k.v) durumu anlatır.
Hz.Fatıma validemiz der ki:
Çok basit.Allah Teala'yı kulluğumla, Peygamberimizi ümmetliğimle, Fatıma'yı kocalığımla, Hasan ve Hüseyin'i babalığımla seviyorum de der.
Hz.Ali (k.v) sevinerek gider ve bu cevabı Efendiler efendisine arz eder. Ve buyururlar ki:
-Doğru dedin fakat bu cevap Fatıma kokuyor der.
İşte ölçüde bu örnekte bu.Bizde hayatımızdaki sevmelerimizi ve kızmalarımızı bu minvalde yaparsak Allah Teala'nın istediği gibi bir kul olma yolunda epeyce ilerlemiş oluruz.
Sevmek insanın incelmesi ve kalbinin hassaslaşması için büyük önem arz etmekte.Ama yukarıda söylediğimiz ölçü doğrultusunda olursa. Sevmek hakkında bir çok şey söylenebilir fakat şimdilik biz bunlarla kifayet edelim.Bir daha ki yazıda görüşmek üzere...

Asıla edersek rücu
Elbet kaçmaz ipin ucu
Ayırmadan şucu bucu
Sevmek de hoş sevilmek de.

12 Şubat 2015 Perşembe

İnsanın yolculuğu

Hayat aslında bir yoldur, yoldayız her dem. İstesekte istemesekte yürümek zorunda olduğumuz, durakları olan ama duraklarında da yürüdüğümüz bir yol. Ana rahminden verilen startla başladığımız bu yolculuğun elbette bir de sonu vardır.Hani aşık Veysel ne güzel demiş "iki kapılı bir han" gerçektende öyle. İki kapılı bir handa yürüyoruz gündüz gece... Başlangıç kapısı doğum bitişi ise ölüm olan bir yolculuk. Ve bu yolculukta geriye dönmek yasak yani imkansız.
İnsan bu yolda yürürken başına türlü türlü olaylar ve durumlar gelir. Sever sevilir, kızar barışır, yüreği burkulur bazen yürek burkar, Duyguları kah tavan yapar kah tabanda sürünür. Bu durumların bazısı artıdır bazısı eksi...Peki bunu nasıl anlayalım ki?
Sevmek güzeldir ama Allah için sevmek, kızmak güzeldir ama Allah için kızmak, üzülmek güzel ama Allah için üzülmek vs... tüm fiillerin başında Allah'ın (c.c) rızası olmalıdır.Ölçü budur.
İnsan bu yolda bazen kaza yapar, bazen sendeler bazende düşer.Artıları ve eksileriyle bir hayat yaşayıp gider. Önemli olan hayat nihayete erdiği zaman artıların çok gelmesi "mizan"ın sağ kefesinin ağır basması.
İnsan bu yolda başı boş olmadığı gibi karşısında da düşmanları yok değildir.Yolda kurulu tuzaklarda cabası...Peki kimdir bu düşmanlar? Şeytan ve nefis.Büyükler buna dünya sevgisini yani dünyayı kalbe koymayı da eklemişlerdir. Zaten nefisle şeytan amcaoğlu imiş, işbirlikçiler. Şeytan dışarıdan kapıyı tıklatır nefis buyur amcaoğlu derse durum tehlike arz eder. Yok eğer hadi ordan kör şeytan derse insan kazanırmış.Yoldaki tuzaklarıda şeytan kurarmış, Çünkü Allah'tan mühlet almış.Bizimde imtihanımızmış.
İşte insan bu düşmanlara ve tuzaklara rağmen yola çıkış gayesini yani yaratılış gayesini unutmaması gerekiyor. Ama ne yazık ki çoğu zaman unutabiliyoruz. Peki bizim yola çıkış gayemiz nedir? ne demişler "yoldan maksat varmaktır yâre". Mecnunun çölü geçmesi, Ferhat'ın dağı delmesi hepsi yârdandır, yare ulaşmak içindir. Burada çölde, dağda nefis ve şeytanın insana kulluk yolculuğunda karşına çıkaran engeldir, hiledir.Yola çıkış gayesi ise kulluk yaparak kul olmaktır.Ayet-i Kerime de buyrulduğu üzere "ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." Ölçü kur'an ve Sünnettir.Bu yolda karşımıza çıkan kur'an ve sünnete uygunsa doğrudur, yoksa nefis ve şeytanın oyunudur yapılmaz, Allah'a sığınılır.
İnsan bu yolda bu düşmanlara ve hilelere karşı çok zayıftır, savunmasızdır. Bir desteğe mutlaka muhtaçtır. İşin ehli bir rehbere, doktora ya da bir kaptana ihtiyacı vardır.Bu yolda daha önce yürümüş yoldaki hilelere aşina, ehili sünnet vel cemaat olan bir kaptan.En anlaşılır şekilde bir Mürşid-i Kâmil.
Mürşid-i kamiller manevi doktorlardır.İnsanın dünya yolculuğu esnasında yakalandığı hastalıkları tedavi ederler Allah'ın izniyle. Elinden tutup uymak güzeldir ama tedavinin olması için verdikleri reçeteye uyulması gerekir.
Mürşidi kamiller insanın doğumla çıktığı bu yolda düşerse kaldırır, hasta olursa tedavi eder, yürüyemezse sırtına alır.Yola çıkış gayesini hatırlar.Ama iş bir mürşid bulup ona Hz.İsmail (a.s) gibi teslim olabilmektedir.
Abdurrahim Karakoç ne güzel demiş:
Yollar uzun, yollar ince,
Yol kısalır aşk gelince
Yat kurban ol ismailce,
Bıçak senden incinmesin.